Şehirler sadece meskenlerden, yollardan, fabrikalardan ve kalabalıklarından ibaret değildir. Bizler, insanoğlunun binlerce yıllık birikiminin ve yaşam serüveninin izlerini en canlı şekilde şehirlerde buluruz. Tarih, kültür ve medeniyet söz konusu olduğunda akla ilk önce şehirler gelir. Kültür ve gelenek şehirlerde doğar, yaşar ve kuşaktan kuşağa akar. Her türlü yenilik, gelişme ve kalkınma öncelikle şehirlerden başlar, zamanla çevreye yayılır. Bununla birlikte bozulma, çürüme ve çöküş de ilk olarak şehirlerden başlar. Esasen her bir şehir, ülkesinin ve milletinin geçmişini, bugününü ve hatta geleceğini yansıtan bir aynadır. Bu aynaya dikkatli bakanlar; dünü, bugünü ve yarını kolaylıkla görürler.   

Biz Türkler kadim bir medeniyetin mensuplarıyız. Doğuda Çin Seddi’nden başlayıp, batıda Viyana’ya kadar uzanan geniş coğrafyada varlığını sürdüren yüzlerce şehir şu ya da bu şekilde medeniyetimizin izlerini taşır. Kaşgar, Buhara, Semerkant, İsfehan, Bağdat, Şam, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul, Selanik, Kosova, Saraybosna ve Mostar bunlardan sadece birkaçıdır. Bu bağlamda medeniyetimizin gerçek bir şehir medeniyeti olduğunu söylemek fazla abartılı olmayacaktır. Bu şehirlerden bazıları kültür ve edebiyat alanında çok değerli çalışmalara da konu olmuştur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş şehir”i bunların başında gelir.

Şehirlerimiz büyüklükleri, işlevleri, siluetleri ve etkileri itibariyle birbirlerinden çok farklı özelliklere sahiptirler. Kuşkusuz bu olağan bir durumdur. Bununla birlikte bazı ortak yönleri de yok değildir. Örneğin bizim medeniyetimizde her şehrin bir eşrafı vardır. Eşraf kelimesi sözlükte “şeref sahipleri, itibarlı kişiler, önde gelenler” şeklinde tarif edilmektedir. Eşrafın şehir yaşamı üzerinde bu tanıma uygun bir biçimde geçmişten beri büyük etkileri olagelmiştir. Bu etkiyi yönetimden ticarete, eğitimden kültüre, mimariden ekonomiye, sanattan estetiğe yaşamın her alanında gözlemlemek mümkündür. Kuşkusuz bu durum sebepsiz yere ortaya çıkmış değildir. Her şeyden önce eşraf bunu hak etmiştir. Şöyle ki; bizim lügatimizde eşraftan olmak, almadan vermesini bilmek demektir.  Hayır, hayrat işi denince akla ilk önce onlar gelir. İlim ve irfan onların nezdinde itibar görür. Okurlar, okuturlar. Sanattan, musikiden, estetikten, edebiyattan anlarlar. Oturup kalkmasını, örfü ve töreyi bilirler. İkamet ettikleri konaklar birer ev olmanın ötesinde, geleneğimizin ve kültürümüzün yaşatıldığı güzide mekânlardır. Onlar; bulduğu gün bayramı, bulmadığı gün ramazanı yaşayan sıradan kalabalıklardan farklı olarak; idealleri, hedefleri ve endişeleri olan insanlardır. Endişeleri kişisel ve sınıfsal olmaktan ziyade; şehirlerine, ülkelerine ve mensubu oldukları medeniyete dönüktür. Yaşadıkları şehre emanet bilinciyle evlatları gibi titrerler. Şehirlerinin başına gelen her iyiliği ya da musibeti kendi başlarına gelmiş addederler. Onlar yüceldikçe şehir, şehir yüceldikçe onlar yücelir. Güçlerini İngiliz aristokratları gibi kan bağından ya da güçten değil, asaletlerinden ve mümtaz kişiliklerinden alırlar. Öncü ve önderdirler. Şehirleri onlardan sorulur, onlar da şehirlerinden. Hiçbir resmî kimlikleri olmamasına karşın, kalabalıklar onlara bakarak yönünü ve duruşunu tayin eder. Bütün bunlara bakarak şehirlerimizin tarihinin biraz da eşrafın tarihi olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Tabi bütün bunlar büyük ölçüde mazide yaşandı ve bitti. Bize, bugüne ise sadece tortusu kaldı. Pek çok şey gibi eşraf da hem sözcük, hem de hayatımızdaki yeri itibariyle sıradanlaştı. O kadar ki her gün karşılaştığımız ölüm ilanlarında sadece mensubiyet belirtmek için kullanılan basit bir sözcük düzeyine indirgendi. Şimdilerde gerçek eşrafın, o müstesna zümrenin yerini, parası olmaktan başka dikkate değer bir meziyeti olmayan sıradan zenginler aldı. Bu zenginlerin nezdinde ilmin ve irfanın fazla bir kıymeti yok. Onların gözünde yaşadıkları şehir tez zamanda yağmalanması gereken bir ganimet, hemşerilik bağıyla bağlı oldukları kalabalık halk kitleleri ise sağımlıktan ibarettir. Onlar, şehirlerinin başına gelen musibeti dahi kendi çıkarlarına kullanmanın hesabını yapmakta pek mahirdirler. Mallarını, mülklerini, konforlarını teşhir etmekten ve birbirleriyle desinler yarışına girmekten derin bir haz duyarlar.

“İstanbul’un taşı toprağı altın” sözünün sloganlaşması, İstanbul örneğinde şehirlerimize hangi gözle bakıldığının özlü bir ifadesi olsa gerek. Geçmişte eşrafın yaşadığı o nezih konakların yerini, şimdilerde şatafatlı olmakla birlikte estetikten, sanattan ve en önemlisi o derunî ruhtan yoksun dubleksler, tripleksler aldı. Kural, ilke, adap ve ahlak tanımayan yeni yetme zenginler, yüzyılların birikimi olan maddi ve manevi varlığımızı da silip süpürmektedirler. Yaptıklarının halk nezdinde nasıl karşılık bulduğunu pek düşünmezler, düşünseler bile dert etmezler. Bu türedi zenginler başta kültür ve ahlak erozyonu olmak üzere yaşamakta olduğumuz çürümenin de öncüleridir. Böyle olmalarına karşın, başta siyaset ve ticaret olmak üzere her şeye öncelikle kendilerini layık görürler. İçlerinde istisnaları, yani gerçek anlamda eşraf olmayı hak edenleri varsa da, ortalama tablomuz budur.

Ortada çözüm bekleyen esaslı bir sorunumuz var. Bu konulara biraz kafa yoranların şöyle bir itirazda bulunduklarını işitir gibiyim: “Efendim, bu durum yaşamakta olduğumuz batılılaşma ve kapitalistleşme sürecinin doğal bir sonucudur, yapılabilecek fazla bir şey yok”. Şunu hemen ifade edelim ki, bu çok doğru bir tespit değil. Ancak bu itirazın cevabı belki ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar zor ve uzun.